Belirtilen şüphenin reddinde iki noktaya dikkat edilmelidir: Birinci nokta: Geçen ümmetlerde tebliğsel nübüvvetin yenilenmesinin felsefesi, o dönemdeki ümmetlerin özelliklerinden kaynaklanıyordu. Tebliğsel peygamberler, insanın henüz kendi zamanının şeriatını tebliğ edecek gücü taşımadığı ve kendi şeriatı hakkında tahlil ve çözümleme yapabilecek kabiliyetten yoksun olduğu bir dönemde gelmekteydiler. O dönemdeki insan akıl ve bilgisi böyle bir fiili yapmaya kadir değildi. Bu nedenle geçmiş peygamberlerin semavî kitapları zamanla yok olmakta ve onlardan bir eser kalmamakta ve de tahrife maruz kalmaktaydı. Ama son peygamberin (s.a.a) ümmeti, belirli usullere riayet ederek kendi dininin usullerini koruyacak ve onda derinleşecek kadar bir bilgi ve ilim seviyesine ulaştı. Bu nedenle tebliğsel peygamberlere bir ihtiyaç kalmadı. Şehid Mutahhari (r.a) geçmiş peygamberlerin ümmetlerini kitaplarını koruyacak güçte olmayan ve kısa bir müddet sonra onu parça parça eden ilkokul çocuklarına benzetmektedir. Bu sebeple, son peygamberin (s.a.a) ümmetinin ilmî ve aklî erginliği ve dinî âlimlerin yetişmesi göz önünde bulundurularak tebliğsel peygamberlik de sona ermiş ve din âlimleri tebliğsel peygamberlerin halifesi olmuştur. İkinci nokta: Birinci merhale yani son peygamberin (s.a.a) ümmetinin aklî erginliği tek başına yeterli değildir. Bu mesele birçok konuyla ilintilidir ve bunların başında da birinci asrın başından büyük gıyaba kadar süren yaklaşık üç asırlık imamların (a.s) varlığıdır. Bu müddette imamlar (a.s) büyük bir din âlimleri topluluğunu eğitebilmiş ve yetiştirebilmiştir. Sadece dört binden fazla şahıs İmam Sadık’ın (a.s) ilmî rahlesinden geçmiştir. Buna ek olarak, aziz İslam Peygamberi (s.a.a) tarafından şerî hükümleri elde etmek için çözüm sıfatıyla bir dizi tümel ve temel kaide ve usulün beyan edilmesi ve aynı şekilde bu alanda hükümlerin kaynaklarından biri olarak aklın karar kılınması çok etkili olmuştur.