Masumların dua ve bağışlanma talepleri günahlardan kaynaklanmaz; zira Şiilerin inancına göre onlar günahlardan korunmuşlardır. Bu dualar birçok yerde salt öğretici ve tebliğ boyutlu olamaz, bilakis gerçeklik yönleri daha güçlüdür. Yukarıdaki iki konudan elde edilen netice, onların bağışlanma taleplerinin bizim için günah olmayan, lakin o büyük şahsiyetler için günah sayılan hususlar ile ilintili olduğudur. Her ne kadar bu açıklamayla ıstılahta “evla olanı terk etmek” olarak adlandırılan bu tür günahların masumlar tarafından işlenebileceğinin mümkün olduğuna inansak ve bu hususta sorunuzun cevabı müspet olsa da, masumlar tarafından bazı davranışların neden yapıldığını tam olarak bilmememizden dolayı, bizim meseleyle ilgili örnekleri tam olarak belirleme gücümüz bulunmamaktadır.
Şiilerin çoğunluğunun inancında kesin ve kati sayılan husus, peygamberler ve imamların masum olması konusudur. Bu esas uyarınca bu büyük şahsiyetler asla Kur’an-ı Kerim veya kesin sünnette günah olarak adlandırılan bir davranışta bulunmazlar. Bunun karşısında Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerin zahiri peygamberlerin de günaha bulaştıklarını yansıtmaktadır ki bu husus kendi yerinde incelenmiştir.[1] Lakin masum imamlar ile ilgili olarak kendilerinin bağışlanma diledikleri ve Allah tarafından günahlarının affedilmesi talebinde bulunduklarına dair sayısız rivayet mevcuttur. Her pasajın ilk bölümünde Ey Allah’ın günahlarımı bağışla tabirinin bulunduğu Kumeyl duası bu rivayetlerin bir numunesidir. Müminlerin Önderinin yarenlerinden bir şahıs, Muaviye’nin yanında onu övmeye kalktı ve şöyle dedi: Ben onu bir gece karanlığında mihrabında durduğunu, sakallarını elleri ile tuttuğunu, yılanın ısırdığı bir insan gibi kıvranarak acılı bir şekilde ağladığını ve şöyle dediğini gördüm: Ey dünya! Benden uzak dur. Neden arkamdan dolaşmakta ve beni saptırmak istemektesin?! O gün asla gelmez olsun… Benden başkasının peşine düş… Azığın az, yolun uzun, seferin ve maksadın kaygı verici olması ne kadar da zordur![2] Belirtilen hususlar göz önünde bulundurulduğunda masumluk esası ile işaret edilen rivayetler arasında zahiri bir çelişki göze çarpmaktadır. Din bilginleri bu çelişkiyi bertaraf etmek için bir takım çözümler öne sürmüşlerdir ve biz bunlardan iki hususa işaret ediyoruz:
1. Masumların dua ve bağışlanma talepleri kendileri bağlamında gerçeklik taşımamaktaydı ve gerçekte onlar bağışlanma dilenecek bir günaha bulaşmamışlardır. Onların bu hususta dile getirdikleri eğitim amaçlıydı ve kendi takipçilerinin istifade etmesi içindi. Bu konuda şöyle söylemek gerekir: Bazı duaların eğitim amaçlı olması inkâr edilemez bir gerçektir. Recep ayının ortasında okunan Ümmü Davut duası bunların bir numunesidir.[3] Lakin bu duaların birçoğu yalnızken gece yarılarında yalvararak ve ağlayarak yapılmıştır. Bu tür ağlamalar ve sızlamalar da acaba eğitim amaçlı ve gösteriş için mi yapılmıştır? (Nauzu billah) bu büyük şahsiyetler sanatçılar gibi rol mü oynamaktaydılar?! Yoksa kendi gerçekliklerinde de kalplerinin derinliklerinden yalvarmakta, yakarmakta ve bağışlanma mı dilemekteydiler? İkinci şıkkı seçmek, onların hangi günahtan dolayı bağışlanma diledikleri ve neden kaygılandıkları sorusunu akla getirir.
2. İkinci görüş, masumların bağışlanma dilemeleri ve dualarının gerçek oluşunu ifade eder. Onlar bizim için günah sayılan hususlardan korunmuşlardır, lakin bizim için günah olmayan ve kendileri için günah sayılan bir takım hususlar da mevcut idi. Onların bağışlanma dilemeleri bu günahlar içindi. Bu bağlamda “evla olanı terk etmek” kavramının ilk İslami metinlerde bulunmadığını ve İslam âlimlerinin peygamber ve imamlara isnat edilen günahlar için bu tabiri icat ettiklerini belirtmek gerekir. “Evla olanı terk etmek”, iyi ile daha iyi olan arasında iyi olanı seçmemizdir; bu esnada her ne kadar biz bir günaha bulaşmamış olsak ve yapılan davranış uygun ve yerinde bir davranış sayılsa da gafil olduğumuz daha iyi bir davranış sergileyebilirdik. Sorunuzun cevabının müspet olduğu ve masumların da evla olanı terk edebileceklerine dair istifade edilebilecek en önemli kanıt, bazı yerlerde gözlemlenen kendilerinin Allah’tan mağfiret talep ettikleri dualardır; zira bu mağfiret talebi günahtan olmasa, doğal olarak evla olanı terk etmekten kaynaklanacaktır ve bu kendilerinin yüce konumları göz önünde bulundurduğunda istiğfarı gerektirir. Bu nedenle “iyilerin güzel davranışları (Allah’a) yakın olanların kötü davranışlarıdır” diye söylenmiştir.[4] Benzeri bir durumda bir gencin ömrünün tüm hafta ve aylarını telef etmesiyle birlikte pişman olmadığını, ama bir bilginin bir saatlik vaktini boşa harcaması durumunda pişman olduğunu gözlemlemekteyiz. Biz pişman olan böyle bir bilginin gösteriş ve eğitim amaçlı olarak bu duygusunu ifade etmediğini, bilakis gerçek anlamda pişman olduğunu bilmekteyiz. İmam Humeyni (r.a) bu görüşü şöyle açıklar: “Mübarek veya diğer aylardaki imamların duasını gördüğümüz vakit, tümüyle ümitsiz olmamız gerekir, lakin bizler Allah’ın rahmetinden ümit kesmekten men edildik. Sizler imam Seccad’ın (a.s) münacatlarını görmekte ve onun günahlardan nasıl korktuğunu gözlemlemektesiniz. Mesele, bizim düşündüğümüz meselelerden daha büyüktür. Mesele, bizim düşüncemize, makul insanların aklına veya ariflerin irfanının kavrayacağı bir mesele değildir. Mesele, velilerin ne olduğunu bildiği bir husustur. Onlar, insanlığın meselenin ne kadar büyük olduğunu anlaması gerektiğini ve bizim nasıl bir azametli şey karşısında durduğumuzu ve de kimin ile işimiz olduğunu kavramışlardır. Bunlar, bize duanın eğitim için olmadığını öğretmekteler. Dua, onlar içindi; kendileri günahlarından korktuklarından dolayı sabaha kadar ağlıyordular. Hz. Peygamberden (s.a.a) zamanın imamına dek hepsi günahtan korkuyordu. Günah benim gördüğüm ve sizin gördüğünüz şeyden başka bir şeydir. Onlar, büyük bir azameti idrak etmekte ve kesrete/çokluğa teveccüh etmeyi büyük günahlardan saymaktaydılar. Hz. Seccad (a.s) nakledildiğine göre bir gece sabaha kadar şöyle demiştir: “Ey Allah’ım gurur evinden ayrılmayı ve ebedi yurda yönelmeyi bana nasip et. Beni fırsat elden gitmeden önce ölüme hazırla.”[5] Mesele büyük bir meseledir. Onlar, Allah’ın azameti karşısında kendilerini hesaba çektiklerinde hiçbir şey olmadıklarını ve hiçbir şeye sahip bulunmadıklarını görmekteydi. Konunun özü şudur: Kesret âlemine ve hatta Allah’ın emrine yöneldikleri vakit bile O’ndan başka bir şey ve bir kimse bulunmamasıdır. Bu, Allah Resulünün (s.a.a) buyurduğunu belirttikleri şeydir: “Kalbim kederli olması nedeniyle günde yetmiş defa istiğfar etmekteyim.”[6] Bu, bizim bildiğimiz meseleler dışında bir şeydir. Onlar, ziyafetteydiler ve hem de ziyafet üstü bir sofradaydılar. Onlar, ziyafetteydiler ve Allah’ın huzurunda bulunmalarıyla birlikte insanları davet etmekteydiler. Bu yüzden kalplerini keder kaplamaktaydı. İlahi mazharlara teveccüh etmek, hepsi ilahi olsa da ve kendileri için ilahi gözükse de gayptan şehadet âlemindeki ilahi mazharlara teveccüh etmek ve kendilerinin istediği gayptan (her şeyden kopup Allah’a yönelmek) mazharlara yönelmek büyük bir günah sayılmaktaydı. Bu günah bağışlanmaz bir günahtır. Bu diyar Seccad’ın yanında gurur diyarıdır. Melekûta teveccüh etmek gurur diyarıdır. Melekût ötesine teveccüh etmek de gurur dünyasına teveccüh etmektir. Ziyafetin artık ortada olmadığı bir şekilde Hak Teâlâ’ya teveccüh etmek kâmil velilere özgüdür. Orda artık Allah’ın ziyafeti ortada yoktur.”[7] Elbette genel bir bakışta ibadetin yüce derecelerinden bir anlık geride kalmaları ve daha alt seviyede meşgul olmaları durumunda masumların dua ve istiğfarları gerçek addedilebilir ve bunun kederden ve evlayı terk etmekten kaynaklandığı söylenebilir. Lakin bu yüce önderler, maslahatları kesinlikle bizden daha iyi bildiklerinden, zahirde evlayı terk etmek olarak değerlendirilebilecek bazı davranışlar hakkında bir yargıda bulunamayız ve bunların sayılarını belirtemeyiz; zira masum önderler bazen kendi takipçileri arasında ifrat ve tefritlerin önünü almak için zahirde evlayı terk etmek olarak göze çarpan bir takım davranışlarda bulunuyordular, ama konu daha dikkatli incelendiğinde bunun aksi ortaya çıkmaktadır. Örneğin biz oruç tutma ve geceyi ihya etmenin manevi yüksek derecelere ulaşmak için birer yol olduğunu bilmekteyiz. Lakin Hz. Peygamber (s.a.a) ibadette ifrat etmeyi yerdikten ve ibadette aşırılığa kaçmanın bir müddet sonra onu tam olarak terk etmeyle sonuçlanabileceğini belirttikten sonra şöyle buyurmuştur: “Ben hem namaz için kalkmakta ve hem de uyumaktayım. Bazen oruç tutmakta ve bazen de tutmamaktayım. Hüzünlenmekle birlikte gülmeyi unutmam.”[8] Başka bir bakışta yiyecek ve yiyecek gibi dünya mazharlarını önemsememenin özellikle din önderleri ve yöneticiler için güzel bir davranış olduğunu[9] bilmemize karşın, İmam Sadık’ın (a.s) züht gösterişi yapanlar karşısında en güzel elbiselerini giydiğini ve Kur’an ayetlerine istinatta bulunarak onların itirazlarına cevap verdiğini gözlemlemekteyiz.[10]İlk bakışta bu davranışlar evlayı terk etmek olarak gözükebilir, lakin daha dikkatli bakıldığında şöyle söylemek gerekir: Söz konusu zaman ve mekanlarda eğer masumlar başka bir harekette bulunsa ve örnek sıfatıyla yün giyerek uyku ve yiyecekten uzak kalıp sapık ve aşırı düşüncelerin gelişimi için altyapı oluştursaydılar, zahiri gören kimseler tarafından böyle davranışlar uygun olarak değerlendirilmekle birlikte gerçekte evla olanı terk etmek sayılacaktı.
[1] Bu hususta mevcut sitede 12589 sayılı soruda bilgiler mevcuttur, ilgi duyarsanız okuyabilirsiniz.
[2] Nehcü’l-Belağa, s. 480, hikmet 77, İntişaratıDaru’l-Hicre, Kum, bita.
[3] Meclisi, Muhammed Bakır, Biharu’l-Envar, c. 47, s. 307, Müessesetü el-Vefa, Beyrut, 1404 h.k.
[4] a.g.e., c. 70, s. 317.
[5] a.g.e., c. 95, s. 63. İşaret edilen dua şu manadadır: “Ey Allahım gurur evinden ayrılmayı ve ebedi yurda yönelmeyi bana nasip et. Beni fırsat elden gitmeden önce ölüme hazırla.” Elbette Biharü’l-Envar’ın naklinde “mutluluk diyarı” yerine “ebedi diyar” tabiri kullanılmıştır.
[6] a.g.e., c. 25, s. 204.
[7] Sahife-i İmam, c. 268 – 269, Müessese-i Tenzim ve Neşri Asar-ı İmam Humeyni (r.a), Tahran, 1386 h.ş, çapı şaharum.
[8] Kuleyni, Muhammed b. Yakup, Kafi, c. 2, s. 85, Daru’l-Kutubu’l-İslamiye, Tahran, 1365 h.ş.
[9] a.g.e., c. 1, s. 410, hadis 3 ve Keşfu’l-Gumme, c. 1, s. 163.
[10] Kuleyni, Muhammed b. Yakup, Kafi, c. 5, s. 65, hadis 1.