Gelişmiş Arama
Ziyaret
14614
Güncellenme Tarihi: 2010/02/20
Soru Özeti
Hz Ali’nin (a.s) tek fazileti kılıç kullanmak mıydı? Onun ismi neden Kur’an’da belirtilmemiştir? Ali’nin (a.s) imameti hatemiyeti ile çelişmiyor mu?
Soru
Hz Ali’nin (a.s) diğer şahıslardan üstünlüğü nedir? Bizim Ali (a.s) hakkında sizin söylediklerinizden anladığımıza göre Ali (a.s) sert bir adamdı ve tek hüneri kılıç kullanmak ve adam öldürmek idi. Hal böyleyken neden Allah binlerce kişinin katili olan bir şahsı sevgili peygamberinin (s.a.a) halifesi karar kılmıştır? Eğer durum buysa neden Allah’ı adil bilmekteyiz? Ben ne kadar Kur’an okuduysam Ali (a.s) hakkında bir şey bulamadım ve sizin bu sözleriniz tamamıyla yanlıştır. Eğer Allah Ali’yi (a.s) halifeliğe atamışsa, son dönem peygamberinden (s.a.a) kastedilen nedir?
Kısa Cevap

Bu soruda bir takım konu ve iddialar dile getirilmiş ve bunların her biri de ayrı bir cevap talep etmektedir. Bu nedenle aşağıda üç başlık altında ayrı bir şekilde bu hususlar incelenecektir:

1. Ali’nin (a.s) faziletlerinin kılıç kullanma ve Allah yolunda cihat etmeyle sınırlı olmayışı.

2. Hz Ali’nin (a.s) isminin Kur’an’da belirtilmemesinin sebebi.

3. Hatemiyetin imamet ile çelişmemesi.

Cevabı öğrenmek için lütfen ayrıntılı cevap kısmına müracaat ediniz.

Ayrıntılı Cevap

1. Hz Ali’nin (a.s) faziletlerinin kılıç kullanma ve Allah yolunda cihat etmeyle sınırlı olmayışı:

Kılıç kendi başına hiçbir değer veya karşı değer göstergesi değildir. Lakin eşit olmayan bir savaş meydana geldiğinde ve zulüm, küfür ve saldırganlığın eli insaniyet ve hakikate doğru yöneldiğinde ve de nefesler sinelerde kesilip “bir savaşçı yok mu” narası atan saldırganlara cevap verebilecek kimse olmadığı sırada hak ve hakikat yolu savaşçısı kılıcını çekerse, Hz. Peygamber (s.a.a) Hendek günü Ali’nin (a.s) kılıç darbesi insan ve cinlerin ibadetlerinden daha üstün bir değere sahiptir[1] diye buyurur. Bundan dolayı, kılıç kullanmak eğer Allah yolunda ihlâsın göstergesi ise, insanı tanımak için elbette en üstün ölçü sayılır. Kur’an bu hususta şöyle buyurmaktadır: İnananlar, “Keşke bir sure indirilse!” derler. Fakat hükmü apaçık bir sure indirilip de onda savaştan söz edilince; kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığına girmiş kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. O da onlara pek yakındır.[2] Ali’nin (a.s) kılıcının kutsallığı, İslam’ı korumaya ek olarak nefsani arzulardan arı olmasından, Allah’ın iradesine tabi olmasından ve bu yolda bir zerre olsun benlik taşımamasından kaynaklanıyordu. Lakin gerçekten de Ali’nin(a.s) fazileti sadece kılıç kullanma ve hak yolunda cesaret gösterip meydan okumakla mı sınırlıydı? Eğer marifet, aşk ve irfan sultanını salt kılıç ve cihat eri bilirsek, bu çok zalimce bir yargı olur. Ali’nin (a.s) ışıldayan çehresi nitelemeye ihtiyaç duymaz. Bu, dost ve düşmanı, taraftar ve karşı taraftarı onu övmeye mecbur kılmıştır. Bazen Şii olmayan bireyler Hz. Ali (a.s) hakkında çok az Şii’lerin ifade ettiği sözler sarf etmişlerdir. Bunlardan biri Ehlisünnetin dört mezhebinden biri olan Şafii mezhebinin önderi Muhammed b. İdris’tir. O, Hz Ali (a.s) hakkında şöyle bir betimlemede bulunmuştur: “Eğer Ali (a.s) kendi makam ve hakikatini halka açıklasaydı, kesinlikle halk onun karşısında secdeye giderdi. Şafii dünyadan göçtü, lakin Ali’nin (a.s) mi yoksa Allah’ın mı kendisinin rabbi olduğunu bilemedi.”[3]    

Bu, Hz. Peygamber’in (s.a.a) buyurduğu şu hadisin içeriğine işaret etmektedir: Ey Ali eğer ümmetimden bazı grupların senin hakkında Hıristiyanların İsa (a.s) hakkında söylediği hususları söylemesinden korkmasaydım, senin makamın hakkında öyle şeyler söylerdim ki halkın arasından geçtiğin zaman onlar senin ayak bastığın toprağı gözlerine sürerdi.[4] Hz. Ali (a.s) kendi ihtişamının şehidi oldu ve onun değeri yaşadığı dönemde anlaşılmadı. Onun eşsiz faziletleri, hiç kimsenin onun azametinin ulaşılmaz zirvesine ulaşmasına izin vermedi. Bu olgu, kendisine yönelik birçok düşmanlığın gerçekleşmesine neden oldu. Gerçekten de Hz. Ali (a.s) efsanevi bir hakikat idi. Ali’nin (a.s) Allah’a duyduğu eşsiz aşk ve yaptığı kulluktan haberdar olmayan bir kimse, sadece onun âşıkane münacatlarına bir bakması yeterlidir. Eğer insan onun irfani makamlarından haberdar değilse, onun şu sözünü duyması yeterlidir: “Eğer kıyamet gerçekleşirse, benim yakinim artmaz.” Ali’nin (a.s) ilmi makamına yönelik bilgisizce yaklaşan ve onu salt kılıç eri bilen bir insan onun defalarca buyurduğu şu muhteşem sözü nasıl göz ardı edebilir: “Ben sizin aranızdan ayrılmadan önce benden sorun; ben göğün yollarını yerin yollarından daha iyi bilirim.”[5] İslam dünyasında hiçbir âlimin böyle bir şey söylemediğini ve söyleyemeyeceğini biliyoruz. Hz. Ali’nin (a.s) fedakârlık, aşk ve marifetteki makamları düşmanlarını bile onu övmeye sevk edecek kadar büyüktü. Lakin bununla birlikte dünya onlara tatlı gözükmekte ve Ali’yi (a.s) kendi yolları üzerinde büyük bir engel görmekteydiler. Burada birçok hadis kitabında nakledilmiş ve Ehlisünnet âlimlerinden İbn. Ebi’l Hadid’in de Nehcü’l Belağa şerhinde naklettiği bir rivayeti aktarıyoruz: Ebu Naim’in Ebu Salih’ten aktardığına göre, “Zurar b. Zumre Kenani” Muaviye’nin yanına geldi. Muaviye ona bana Ali’nin (a.s) özelliklerini söyle dedi. Zurar beni bu konuda mazur gör dedi. Muaviye bu mümkün değil diye söyledi. Zurar, eğer mecbur isem onun özelliklerini söyleyeceğim dedi: Allah’a yemin ederim ki o izzet ve onurun en zirvesine erdi. O çok güçlü ve kuvvetliydi. Adilce söz söyler ve hükmederdi. Yargısı kararlıydı. İlim onun varlığından akar ve hikmet onun etrafından ışıklar saçardı. O dünya ve ziynetlerinden kaçar ve gece karanlığını severdi. Allah’a yemin olsun ki onun gözleri her zaman yaşla doluydu, çok düşünürdü ve kendini muhatap alırdı. Basit elbiseleri ve naçiz yiyecekleri herkesi şaşırtırdı. Bizler arasında bizden biri gibiydi ve bizlere eşlik ederdi. Eğer bir şey sorsaydık yanıt verirdi. Lakin bize olan tüm yakınlığına rağmen taşıdığı muhteşem azameti nedeniyle ona bir şey söylemezdik. Güldüğü zaman dişleri inci taneleri gibi parlardı. Din ehlini yüceltir ve fakirleri dost edinirdi. Güçlü insan yanlış işinde ona ümit bağlamazdı ve zayıf birey de onun adaletinden ümit kesmezdi. Allah’a yenim olsun ki ben bazı zamanlar gece karanlığının her yeri sardığı bir sırada mihrabında kendine sarılmış bir yılanı andırırcasına, figan ve hüzünle ağlar bir şekilde onu görürdüm. Sanki şimdi bile rabbine yalvarıp dünyaya hitap ederek şöyle dediğini duyar gibiyim: Beni kandırmak mı yoksa heyecanlandırmak mı istiyorsun? Heyhat heyhat bir başkasını kandır, ben seni üç boşamayla boşadım. Senin günlerin çok kısa ve seninle oturmak aşağılayıcı ve değersizdir. Yolun uzaklığı ve azığın azlığı ne kadar da zor! Bu esnada Muaviye’nin gözyaşları sakallarına aktı ve elleriyle gözyaşlarını sildi. Mecliste bulunan herkes ağladı ve Muaviye şöyle dedi: Allah, Ebu Hasan’a rahmet etsin o gerçekten böyleydi; Ey Zurar sen ondan şu an ayrı bir haldeyken ne haldesin? Zurar şöyle dedi: Ben yanı başında evladının başını kestikleri ve ne ağlamasının kesildiği ve ne de üzüntüsünün sona erdiği bir kimsenin durumuna benzer bir hal taşımaktayım.[6]  

2. Hz. Ali’nin (a.s) adı Kur’an’da neden belirtilmemiştir?

İlk önce şu hususun açıkça bizim için belirginleşmesi gerek: Kur’an, meseleleri detaylarıyla ve cüzleriyle açıklamayı değil, genel bir tarzda ve usul ve kaideler ile beyan etmeyi esas almıştır. Nitekim birçok usul ve detaylar bu şekilde beyan edilmiştir. Örneğin İslam dininin temeli sayılan namaz hakkında Kur’an meseleyi genel bir şekilde dile getirmiş ve her namazın nitelik ve niceliğinin nasıl olduğunu açıklamamıştır. Lakin Hz. Peygamber (s.a.a) namazın nasıl kılınacağı ve her namazın kaç rekât olduğunu Müslümanlar için açıklamıştır. Zekât meselesi de Kur’an’da sadece bir usul şeklinde belirtilmiş, ama hangi şeylere zekât düştüğü ve her şeyin zekât ölçüsünün ne kadar olduğunu Hz. Peygamber (s.a.a) belirlemiştir. Aynı şekilde hac hakkında da Kur’an’da sadece haccın farz olduğu belirtilmiş, lakin Hz. Peygamber (s.a.a) şahsen onun nasıl yerine getirildiği ve yöntemini Müslümanlara açıklamıştır.[7]  Velayet ve imamet meselesi de bu şekildedir. Bu hususta değişik ayetler nazil olmuş ve bu meseleyi vurgulamıştır. Örneğin Şii ve Sünni müfessirlerin geneli aşağıdaki ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu ve ondan başka bir şahsı konu edinmediğini belirtmişlerdir[8]: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resûlüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren müminlerdir.[9] Ehlisünnet âlimlerinden “Suyuti” “Ed-Derru’l Mensur” tefsirinde bu ayeti açıklarken İbn. Abbas’tan şöyle nakletmektedir: Ali (a.s) namaz halindeyken bir yoksul kendisinden yardım istedi ve Ali (a.s)  yüzüğünü sadaka olarak kendisine verdi. Hz. Peygamber (s.a.a) bu yoksuldan bu yüzüğü sana kim sadaka olarak verdi diye sordu. Yoksul Hz Ali’yi (a.s) işaret etti ve rüku halinde olan şu şahıs verdi diye söyledi. Bu esnada bu ayet nazil oldu.[10] Aynı şekilde Ehlisünnet âlimlerinden “Vahidi”[11] ve “Zamahşeri”[12] bu rivayeti nakletmiş ve açıkça “انما و لیکم الله” ayetinin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu belirtmişlerdir. Fahri Razi tefsirinde Abdullah b. Selam’dan şöyle nakletmektedir: Bu ayet nazil olduğu zaman ben Allah Resulü’ne (s.a.a) kendi gözümle Ali’nin (a.s) rükûdayken yüzüğünü bir yoksula verdiğini gördüm ve bu nedenden ötürü biz onun velayetini kabul ediyoruz diye söyledim! Aynı şekilde Ebuzer buna benzer bir rivayeti bu ayetin iniş sebebi hakkında nakletmektedir.[13] Açıkça ismine işaret edilmeksizin Hz. Ali (a.s) hakkında başka ayetler de nazil olmuştur. Muteber ve mütevatir hadisler bu ayetleri herkese aydınlatmaktadır. Eğer bütün bu ayet ve rivayetleri Ehlisünnet kaynaklarından aktaracak olursak, bu konunun uzamasına neden olacaktır. Genel olarak Kur’an’ın üslubu, meselelerin usul ve esasını belirtme şeklindedir. Meselelerin detayları ise rivayetler ve iniş sebebinde belirtilip açıklığa kavuşmaktadır. Bütün bu konulardan ayrı olarak, şu temel soru aklımıza gelmektedir: İslam Peygamberinin (s.a.a) sözleri muteber değil midir ve onlara itina etmek gerekmez mi. Allah’ın Kur’an’da açık bir şekilde isim belirtmekten başka bir çaresi yok mudur? Eğer durum bundan ibaretse, Kur’an’ın bile hüccet olduğu ve itibar taşıdığına inanmamak gerekir; çünkü bizzat Kur’an değişik ayetlerde Müslümanlara Allah Resulü’ne (s.a.a) itaat etmeyi emretmektedir. İddia esasınca sözünün hiçbir itibar taşımadığı – hatta Kur’an’ın mücmel mefhumlarını açıklamada bile muteber olmadığı – bir kimseye itaat edilebilir mi, bu nasıl bir itaat olacaktır? Bütün bu varsayımlar geçersizdir ve hiçbir Müslüman böyle hususlara inanamaz. Esasen eğer Ali’nin (a.s) imameti farz bir husus ise neden Kur’an’da onun adı açıkça zikredilmemiştir diye bir argüman getiriliyorsa, bu endirekt bir şekilde Hz. Peygamberin hadislerinde bu hususun birçok defa vurgulandığı ve inkâr edilemeyecek bir gerçek olduğu konusuna delalet eder. Konu, rivayetlerde inkâr edilmediğinden iddia sahibi tek çareyi temelde rivayetleri inkâr etmekte bulmuş ve şu iddiaya dayanmıştır: Bir mesele hak ise, bu açık bir şekilde isim verilerek Kur’an’da yer almalıdır ve eğer bu hususta peygamberin sözlerinden delil getirirseniz ona itina etmeyeceğiz. Bundan dolayı bizzat bu iddia, konunun hadislerde ne kadar kesin ve açık olduğunu göstermektedir. Çünkü bu konu kesin ve açık olmasaydı, meseleyi inkâr eden şahıs rivayetleri dile getirir ve kendi iddiasını Hz. Peygamberin sözlerinden istifade ederek ispat eder, bu denli isimlerin ve detayların Kur’an’da bulunması gerektiğini vurgulamaz ve bu konuda ısrar etmezdi.  

3. Eğer Allah Ali’yi (a.s) halifeliğe atamışsa son dönem peygamberinden kastedilen nedir?

Allah, Ali’yi (a.s) peygamber olarak değil, müminlerin veli ve imamı olarak tanıtmıştır. Nitekim İslam Peygamberi de (s.a.a) Ey Ali senin benim yanımdaki konumun Harun’un Musa yanındakii konumudur, ancak benden sonra bir peygamber olmayacaktır.[14] Bu hadis Şii ve Sünni âlimlerin icma ettiği bir hadistir ve[15] nübüvvetin sonlanması döneminde imam ve peygamberin manasını anlamada anahtar işlevi gören hadislerden biri sayılır. Bu tür şüpheler her kim tarafından dile getiriliyorsa, temelinde ya imam ve imametin manasına dönük bilgisizlik ya da Kur’an ve İslami hakikati kabul etmemek yatmaktadır. İmam, Kur’an ıstılahında nübüvvetten üstün olan kamil insanın makamıdır ve sadece bazı peygamberler buna nail olmuştur. Bildiğimiz gibi Hz. İbrahim (a.s)  nübüvvet makamına ek olarak ilahi imtihanlardan geçtikten sonra imamet makamına ermiştir.[16] İslam Peygamberi de (s.a.a) bu makama sahip idi. Ondan sonra da kâmil insanın tahakkuk etmesi ve varlığı özel bir zamana özgü değildir. Şia açısından Ali (a.s)  böyle bir makama sahiptir. Bundan dolayı imamet olgusu sadece hilafet meselesi değildir, zati bir makam sayılır ve hilafet bunun yönlerinden biridir. Nübüvvet ve imametin farklılığını tam açıklama noktasında şöyle söylemek gerekir: Nübüvvet “nebee” kökünden gelip haber manasındadır ve nebi Allah’ın mesajını beşeriyete aktaran kimsedir.  Lakin imamet bu mesajın kâmil insanın varlığında cisimleşmesi ve gerçekleşmesidir. Aynı şekilde birçok husus imamın varlığına bağlıdır. Hem peygamberlik ve şeriatın asıl içeriğini koruma bağlamında ve hem de bireysel ve toplumsal hidayet bağlamında böyle bir insana itaat etmenin zorunluluğu inkâr edilemez. Bundan dolayı peygamberliğin sona ermesi sadece peygamberlik döneminin yetkinliğe ulaşması manasına gelir. Ancak neticede kâmil insanın tahakkuk etmesinden ibaret olan bu mesajın içeriğinin anlaşılmaması ve yolunun kapanabilmesi muhtemel midir? Yahut tersine böyle bir insanın açığa çıkması zorunluluk arz eder mi? Dolayısıyla nübüvvetin sona ermesi ile elçilik ve peygamberlik sona ermiştir ve hiçbir peygamber Hz. Peygamberin şeriatını değiştirmek için veya onu yürürlükten kaldırmak için gelmeyecektir. Ama İslam Peygamberinin (s.a.a) vefat etmesinden sonra imam diri bir varlık sıfatıyla yolu talip eden kimselerin baktığı yer olur, insanlar onun varlıksal yetkinliğinde Kur’an’ın gerçekleştirdiği insanı görür ve Allah’a ulaşmaktan ibaret olan kendi yüce hedeflerini gerçekleştirme yolunda adım atarlar. Her tekâmül noktasında her birey ve toplum için böyle bir insana tabii olmak hidayet yolunun aydınlanmasına neden olacaktır. Bu konuları selim akıl hiçbir çelişki ve şüphe taşımadan kabul eder ve imamet de bundan başka bir mana taşımamaktadır. İslam Peygamberinin (s.a.a) kendi misyonunun Müslümanlar arasında sürmesi için Ali’nin (a.s) makamına bu kadar vurguda bulunmuş olması bu yüzdendir. Kur’an’ın vurgulayarak belirttiği husus da buydu. Kur’an’ın deyişiyle bu husus belirtilmeksizin elçilik kemale ermezdi. Nitekim Şia ve Sünni âlimlerinin görüş birliğiyle aşağıdaki ayet bu hususta nazil olmuştur: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.”[17] Bu ayet Şia ve Ehlisünnet âlimlerinin görüş birliğince Hz. Peygamberin (s.a.a) ömrünün son yılında veda haccında vuku bulan Gadir Hum hadisesinde nazil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.a) “Ben kimin velisiysem Ali de onun velisidir” diye buyurarak Ali b. Ebu Talib’in (a.s) imametini açıkça dile getirmiş, elçiliğini yerine getirmiş ve tamamlamıştır. Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sahabelerinden birçok şahıs (110 kişi)[18] ve aynı şekilde tabiinden 84 kişi bu konuyu nakletmiştir. Bu konu Ehlisünnet ve Şia’nın meşhur kaynaklarında kaydedilmiştir.[19] Eğer bu kemalin zirvesi Ali’den başka bir şahısta meydana gelseydi, vurgulanırdı. Ama diğerlerinin birçok sözü kendilerinin bilgisizlik ve cehaletini yansıtmaktadır. İlim ve masumiyette hiç kimse bu makama layık değildi. Diğerlerinin “eğer Ali olmasaydı”[20] sözcüğü dillerinde dolaşırken, Ali (a.s) kendi makamını şöyle dile getirmekteydi: “Bilgi ve marifet seli benden akar ve yüksek uçan kuşlar benim azamet zirveme ulaşamaz.”[21] Bundan dolayı nübüvvetin sonlanması gerçek manada imamet ile bir çelişki arz etmez. İmamet onunla bağdaşır ve onun ameli mahsulü sayılır; çünkü kâmil insanın gerçekleşme reçetesini sunan Muhammedi nübüvvet, imamet olgusunun aşikâr olmasını gerektirir. Nübüvvet ile imamet çelişmez. Lakin halkın böyle bir insana uymayı veya uymamayı istemesi başka bir konudur ve bu her bireyin irade, ihtiyar ve ilmi rüştüne bağlıdır. Ama her halükarda imam dünyadaki tüm insanların önderidir ve esasen kâmil insana aşk duymak manasına gelen velayet konusunda mecburiyet mümkün değildir. Lakin bu mesele İslam Peygamberinin (s.a.a)  açıklamalarında ve Kur’an’da dinin kemale ermesi ve nimetin tamamlanması sıfatıyla kesin bir şekilde vurgulanmıştır. İmametin hatemiyet ile çeliştiğini iddia eden inkârcıların düşüncesi, onların imamın peygamber olduğuna ve sadece adlandırmada ihtilafın bulunduğuna dair taşıdıkları yanlış varsayımdır. Onlar şöyle demektedir: İslam Peygamberinin peygamberlerin sonuncusu olduğu bir yerde başka bir peygambere veya peygamberle eş anlamlı imama ihtiyaç duyulmaz. Oysaki peygamber ve imamı tanımadaki bu varsayım temelden yanlıştır. Daha önceden de belirtildiği gibi nübüvvetin manası kemale ulaşmada yol belirlemektir, lakin imamet dış dünyada nübüvvetin ve peygamberliğin gerçekleşme yetkinliğidir. Bundan dolayı peygamberlik yol belirleme,  imamet ise hedefe ulaşmadır. Bu ikisi birbiri ile çelişmez, hatta bizzat nübüvvet imametin zorunluluğunu ispat eder. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: İnkâr edenler, “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın. Her kavim için de bir yol gösteren vardır.[22] Birçok rivayette “her kavim için bir hidayet edici vardır” tabiri imam şeklinde tefsir edilmiştir. Bu cümleden olmak üzere Ebu Basir şöyle demektedir: Ben İmam Sadık’a (a.s) “sen sadece uyarıcısın ve her kavim için hidayet edici vardır” ayetinin tefsiri nedir diye sordum ve İmam şöyle buyurdu: Uyarıcıdan maksat Allah’ın Resulü ve hidayet ediciden maksat da Ali’dir. Ardından İmam bugün de bir kılavuz ve rehber mevcut mudur diye sordu ve ben sana feda olayım her zaman sizin ailenizin içinde her kılavuzdan sonra bir kılavuz ve rehber vardır ve bu zamanda da rehberlik makamı size ulaşmıştır diye söyledim. Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: Allah doğru söylediğin için sana rahmet etsin, eğer Kur’an’da bir ayet özel olarak bir birey hakkında nazil olursa ve sonra o birey ölürse Kur’an ayeti de ölür ve böylece ölüm Allah’ın kitabına ulaşır. Lakin Kur’an diridir ve geçmişte bireylere uyarlanan ve tatbik edilen bölümler gelecekteki bireylere uyarlanır ve tatbik edilir.[23]

 


[1] "ضربة علی یوم الخندق افضل من عبادة الثقلین", Seyyid b. Tavus, İkbalu’l Amal, s. 468, Daru’l Kutubu’l İslamiye, 1367 h.k.

[2] Muhammed Suresi, 20. ayet.

[3] Nefahatu’l Ezhar fi Hulaseti Agebati’l Envar, c. 7, s. 36, El- Müheddisi’ş Şehir El- Mir Muhammed Salih El- Keşfi’l Hanefi Et- Tirmizi’nin (Ehlisünnet ulemasından) nakliyle, Fi Kitabi’l Müsemma bi Menagıbı Murtezevi, s. 15, Ta Menbei El- Metbeati’l Muhammediyye.

[4] Sigatu’l İslam Kuleyni, El– Kafi, c. 8, s 57, Daru’l Kutubu’l İslamiye, Tahran, 1365 h.ş.

[5] İbni Ebil’ Hadid, Şerhi Nehcü’l Belaga, s. 7, s. 58, Kitaphanei Ayetullah Mer’aşi, 1404 h.k.

[6] روى أبو نعيم في (حليته) عن أبي صالح قال: دخل ضرار بن ضمرة الكناني على معاوية، فقال: صف لي عليّا. فقال: أو تعفيني قال: لا أعفيك.قال: أما إذ لا بدّ فإنّه كان و اللَّه بعيد المدى، شديد القوى، يقول فصلا و يحكم عدلا، ينفجر العلم من جوانبه، و تنطق الحكمة من نواحيه، يستوحش من الدّنيا و زهرتها، و يستأنس بالليل و ظلمته، كان و اللَّه غزير العبرة، طويل الفكرة، يقلّب كفّه، و يخاطب نفسه، يعجبه من اللباس ما قصر، و من الطّعام ما جشب، كان و اللَّه كأحدنا، يدنينا إذا أتيناه، و يجيبنا إذا سألناه، و كان مع تقرّبه إلينا و قربه منّا و تقريبه لنا لا نكلّمه هيبة له، فإن تبسّم فعن مثل اللؤلؤ المنظوم، يعظّم أهل الدّين و يحبّ المساكين، لا يطمع القوي في باطله، و لا ييأس الضعيف من عدله، فأشهد باللَّه لقد رأيته في بعض مواقفه، و قد أرخى الليل سدوله و غارت نجومه، يميل في محرابه قابضا على لحيته يتململ تململ السليم، و يبكي بكاء الحزين، فكأنّي أسمعه الآن و هو يقول: ربّنا ربّنا-  يتضرّع إليه-  ثمّ يقول للدّنيا: إليّ تغرّرت أم إليّ تشوّقت هيهات هيهات غرّي غيري، قد بتتك ثلاثا، فعمرك قصير، و مجلسك حقير، و خطرك يسير، آه‏آه من قلّة الزّاد و بعد السّفر و وحشة الطريق. قال: فوكفت دموع معاوية على لحيته ما يملكها، و جعل ينشفها بكمّه، و قد اختنق القوم بالبكاء، فقال: كذا كان أبو الحسن رحمه اللَّه كيف وجدك عليه يا ضرار قال: وجد من ذبح و احدها في حجرها، لا ترقأ دمعتها و لا يسكن حزنها، سید رضی, Hasaisu’l Aimme, s. 72, çapı Mecmeu’l Buhusu Astanı Gudsi Rezevi, 1406 ve İbni Ebi’l Hadid, Şerhi Nehcü’l Belaga, a.g.e.

[7] عن ابى بصير قال: سالت اباعبدالله (ع) ‏عن قوله الله عزوجل "اطيعوا الله و اطيعوا الرسول و اولى الامر منكم"، فقال (ع) نزلت فى على بن ابى طالب و الحسن و الحسين فقلت له: انّ الناس يقولون: فما له لم يسم عليا و اهل بيته فى كتاب الله عزوجل ؟ قال (ع) قولوا لهم: ان رسول الله نزلت عليه الصلاة و لم يسم الله لهم ثلاثاً و اربعا، حتى كان رسول الله هو الذى فسر لهم ذلك .و نزلت عليه الزكاة و لم يسم لهم من كل اربعين درهماً، حتى كان رسول الله هو الذى فسر لهم ذلك .و نزل الحج فلم يقل لهم طوفوا اسبوعاً حتى كان رسول الله هو الذى فسر لهم ذلك. Ebu Basir şöyle nakleder: “Allah’a, elçisine ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin” ayeti hakkında İmam Sadık’tan sordum ve İmam bu ayet Ali b. Ebu Talip, Hasan ve Hüseyin hakkında nazil olmuştur diye buyurdu. Ben, halk neden Allah Ali ve ailesinin adını Kur’an’da zikretmemiştir diye sorduğunu aktardım. İmam şöyle buyurdu: Onlara de ki: Namaz Allah Resulü’ne nazil oldu, ama Allah bunun üç mü, dört mü rekat olduğunu belirtmedi. Bizzat Peygamber bu ayeti tefsir etti (zekât ve hac hakkında da durum bundan ibarettir).

[8] İlgili ayetin açıklaması için tefsir kitaplarına bakın. Fahrud’din Razi, Et- Tefsiru’l Kebir, c. 12, s. 25; Tefsiri Numune, c. 4, s. 421 – 430; Celalu’d Din Suyuti, Durru’l Mensur, c. 2, s. 393; Aynı şekilde Ehlisünnetin hadis kitapları da bu hadiseyi nakletmiştir. Örnek: Zehayiru’l Ukba, Muhubbid’din Taberi, s. 88; Celalud’din Suyuti, Lubabu’n Nugul, s. 90, Ala’ud’ Din Ali El- Muttaki, Kenzu’l Ummal, c. 6, s. 391 ve başka birçok kitap mevcuttur ve Tefsiri Numune, c. 4, s. 425’te onların bazılarına işaret edilmiştir.

[9] Maide Suresi, 55. ayet.

[10] Ed- Durru’l Mensur, c. 2, s. 293.

[11] Esbabı’n Nuzul, s. 148.

[12] Tefsiri Keşşaf, c. 1, s. 649.

[13] Tefsiri Fahru Razi, c. 12, s. 26. Soru: 324 (Site: 1817)’den alıntılanmıştır.

[14] "قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ص أَنْتَ مِنِّي بِمَنْزِلَةِ هَارُونَ مِنْ مُوسَى إِلَّا أَنَّهُ لَا نَبِيَّ بَعْدِي"

[15] Sahih Tirmizi, 2/301; Müsnedi İbni Hanbel, 1/179 ve 3/383; Menagıb, İbni Hanber, Hilyetu’l Evliya, Hafız Ebu Naim İsfahani, 7/195; Tarihi Bağdad, Hatibi Bağdadi, 1/324, 4/204, 9/292; Kenzu’l Ummal fi süneni’lAkval ve’l Ef’al, Muttaki hindi, 12/1155.

[16] وَ إِذِ ابْتَلى‏ إِبْراهيمَ رَبُّهُ بِكَلِماتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قالَ إِنِّي جاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِماماً قالَ وَ مِنْ ذُرِّيَّتي‏ قالَ لا يَنالُ عَهْدِي الظَّالِمين‏", Bakara Suresi, 124. ayet.

[17] Maide Suresi, 67. ayet, daha fazla bilgi edinmek için “Ehli Sünnet Ve Tebliğ Ayeti” konusuna müracaat edilebilir.

[18] Ebu Said Hodri, Zeyd b. Erkam, Cabir b. Abdullah Ensari, İbn. Abbas, Beraa b. Azıb, Huzeyfe, Ebu Hureyre, İbn. Mesud ve Amr. Leyli bunlardan bazılarıdır.

[19] Burada bu senetlerin sadece bazılarına işaret edilecektir: İbn. Kesir tefsiri “sana indirileni bildir” ayeti hakkında şöyle demektedir:

و قد روی ابن مردویه من طریق ابی هارون عن ابی سعید خدری انها نزلت علی رسول الله(ص) یوم غدیر خم حین قال لعلی: «من کنت مولاه فعلی مولاه» ثم رواه عن أبی هریره و فیه انه الیوم الثامن عشر من ذی الحجه یعنی مرجعه من حجة الوداع (Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, İbn. Kesir, Muhakkik Sami b. Muhammed, c. 3, s. 28, Dar-ı Tayyibe, lil-naşr, 1420). Tefsir-i Alusi bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle demektedir: Bu ayet, Allah’ın Ali’nin halka velayetini bildirmesi için Peygambere emirde bulunduğu sırada nazil oldu. Peygamber insanların kınamasından korkuyordu. Bu esnada ayet idi ve Peygamber Ğadir Hum günü Allah’ın emrini yerine getirdi ve “ben kimin velisiysem Ali de onun velisidir” diye buyurdu.

فتح القدیر: قال رسول الله(ص) إلی بریده: یا بریده ألست بالمؤمنین من أنفسهم؟ قلت: بلی یا رسول الله. قال: «من کنت مولاه فعلی مولاه».

(Fethü’l-Kadir, Alusi, c. 6, s.  20)

تفسیر رازی: نزلت الایة فی فضل علی بن ابی‌طالب(ع) و لما نزلت هذه الایة أخذ بیده و قال: «من کنت مولاه فعلی مولاه، اللهم وال من والاه و عاد من عاداه». فلقیه عمر فقال: هنیئاً لک یا بن ابی‌طالب أصبحت مولای و مولی کل مؤمن و مؤمنة. و هو قول ابن عباس و البراء بن عازب و محمد بن علی. (Mefatihü’l-Ğayb, Fahr-i Razi, c. 6, s. 113).

امالی، المحاملی: قال سعید بن جبیر عن ابن عباس: قال رسول الله(ص) : «من کنت مولاه فعلی مولاه» (Emali, el-Mehamili,235-330) İsmail b. Muhammed, c. 1, s. 36, Dar-I İbnü’l-Sakim Ve’l-Mektebetü’l-İslamiye, 1991m.

Zeyd İbn. Erkam şöyle aktarır: Allah Resulü ile birlikte Mekke ile Medine arasında yer alan Ğadir Hum bölgesindeydik. Cemaat namazı ilan edildi. Namazdan sonar Allah Resulü (s.a.a) ayağı kalktı ve Allah’a hamd ve sena ettikten sonar şöyle buyurdu: Benim her müminin canından daha değerli olduğumu bilmiyor musunuz? Herkes evet ey Allah Resulü sen her müminin canından daha evlasın dedi. Sonra şöyle buyurdu: Ben kimin velisiysem, bud a onun velisidir. Bu esnada Ali’nin elini tutmuş idi. (el-Koni ve’l-Esma, ed-Dulabi (224-310), Ahmed b. Hamad b. Said, c. 5, s. 38, Beyrut, Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, 1420).

شرح مذاهب اهل السنه: عن زید بن ارقم و البراء قالا: کنّا مع رسول الله(ص) یوم غدیر خم و نحن نرفع غصن الشجرة عن رأسه فقال:«ألا ان الله ولیی و أنا ولی کلّ مؤمن، من کنت مولاه فعلی مولاه» و فی غیر هذه الروایة: «اللهم وال من والاه و عاد من عاداه» عثمان، ج1، ص104، مصر، مؤسسه قرطبه، 1415)

(Şerh-i Mezahib-i Ehlisünnet, İbn. Şahin (385.k), Ahmed b. Osman, c. 1, s. 104, Mısır, Müessese-i Kurtuba, 1415).

 

[20] Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu

; قال أحمد ابن زهير حدثنا عبيد الله بن عمر القواريري حدثنا مؤمل بن إسماعيل حدثنا سفيان الثوري عن يحيى بن سعيد عن سعيد بن المسيب قال كان عمر يتعوذ بالله من معضلة ليس لها أبو الحسن وقال في المجنونة التي أمر برجمها وفى التي وضعت لستة أشهر فأراد عمر رجمها فقال له على إن الله تعالى يقول وحملة وفصاله ثلاثون شهرا الحديث وقال له إن الله رفع القلم عن المجنون الحديث فكان عمر يقول لولا على لهلك عمر;

Said b. Musib’den nakledildiği üzere Ömer Ali’nin olmadığı bir durumda meydana gelen sorun yüzünden Allah’a sığınırdı. Ömer deli bir kadına recim cezası verdi ve Ali (a.s) Allah deliden hükmü kaldırmıştır diye buyurdu. Bunun üzerine Ömer eğer Ali olmasaydı, Ömer helak olmuştu, diye söylemiştir. (İştiab b. Abdüber, c. 3, s. 1103) Aynı şekilde “Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu” cümlesi aşağıdaki Ehlisünnet kaynaklarında nakledilmiştir:

Te’vili Muhtelefu’l Hadis, İbni Kuteybe, s. 152, Mevagıf, İyci, c. 3, s. 627 ve 636, Şerhi Megasız, Taftazani, c. 2, s. 294, Et- Tefsiru’l Kebir,Fahru’r Razi,  c. 21, s. 22, Şerhi Nehcü’l Belaga, İbni Ebi’l Hadid, c. 1, s. 18 ve c. 12, s. 179, Temhidu’l evail, Baglani, s. 476, Menakıbı Ali ibni ebi Talip, İbni Merduviye İsfahani, s. 88, Yenabiu’l Mevedde, Kunduziyi Hanefi, c. 1, s. 216 ve c. 2, s. 172 ve c. 3, s. 147, Te’vili Muhtelefu’l Hadis, İbni Kuteybe, s. 162, Temhidu’l Evail fi telhisi’d Delail, Baglani, c. 1, s. 476 ve 547, El- Haviyu’l Kebir, Maverdi Şafii, c. 12, s. 115 ve c. 13, s. 213, Tefsiri Sem’ani, s. 5, s. 154, El- Mufassal fi Sun’ihi’l A’ra’b, Zamahşeri, c. 1, s. 432, El- Avasım mine’l Gavasım, Ebu Bekir bin Arabi, c. 1, s. 203, Haşiyetu’r Remli, Suudi Gazii Amıri, s. 1, s. 186, Bureyge’i Mahmudiyye, Muhammed bin Muhammed Hadimi, s. 2, s. 108, Men’ul Celil, Muhammed Aliş, c. 9, s. 648, Desturu’l Ulema, Gazi Abdu’n Nebi Nekri, c. 1, s. 80.

[21] Nehcü’l Belağa, s. 48, İntişaratı Daru’l Hicret.

[22] Ra’d Suresi, 7. ayet.

[23] محمد بن يعقوب كلينى در 'كافى' با سند از ابوبصير روايت مى كند قال: قلت لأبيعبد الله عليه السلام: 'انما انت منذر و لكل قوم هاد' فقال: رسول الله المنذر و على الهادى. يا با محمد هل من هاد اليوم؟ قلت: بلى جعلت فداك مازال منكم هاد بعد هاد حتى دفعت اليك. فقال: رحمك الله يا با محمد لو كانت اذا نزلت آية على رجل ثم مات ذلك الرجل ماتت الآية مات الكتاب، و لكنه حى يجرى فيمن بقى كما جرى فيمن مضى, Usulu Kafi, c. 1, s. 192; Tefsiri Burhan, c. 1, s. 235, üçüncü hadis.

 

Diğer Dillerde Soru Tercümesi
Yorumlar
yorum Sayısı 0
Lütfen soruyu doğru giriniz
örnek : Yourname@YourDomain.com
Lütfen soruyu doğru giriniz
Lütfen soruyu doğru giriniz

Konusal Sınıflandırma

Rastgele Sorular

En Çok Okunanlar