Please Wait
9626
Af etme ve fedakârlık büyük insanların özellik ve hususiyetlerinden ve ruhunun büyüklüğünün nişanelerindendir. İslam mektebinde bu nitelik ve özellik ahlakın faziletlerinden sayılmaktadır. İslam dini öyle bir dindir ki sahip olduğu peygamberi (s.a.a.) ahlaki faziletleri ve güzelliklerini tamamlamak üzere gönderildi. Peygamberinin kendisi de bu ahlaki fazilet ve güzelliklere sahip ve büyük ahlak üzere idi. Birçok ayet ve hadislerde bu ahlaki fazilete tekit edilmiştir. Kuranı kerim bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezadır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zalimleri sevmez”. ““kesinlikle İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav ve defet. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir”. “Bir hayrı açıklar veya gizler, yahut bir kötülüğü affederseniz (bilin ki), Allah da çok affedicidir, her şeye hakkıyla gücü yetendir”. “Onlar…, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever”.
Hakeza! Dini kaynaklar ve dini öğretilerimizde birçok hadis var olmaktadır ki insanları af etme, fedakârlık göstermeye ve bağışlamaya teşvik etmekle yetinmiyor, belki bunun yanı sıra bunun ehlibeytin (a.s.) özelliklerinden ve hususiyetlerinden olduğunu söylemekte ve saymaktadır. “biz ehlibeytin siresi ve davranışı hakkımızda zülüm edenleri bağışlamaktır”. Bilmeliyiz ki, bağışlayan insanların ecri ve mükâfatı Allaha aittir. Hadiste şöyle denilmektedir: “…kıyamet gününde Allahın üzerinde hakki olan kimseler kalksınlar şeklinde bir ses seslenenler tarafından yükselecektir. Af edenler ve bağışta bulunanlar hariç hiç kimse kalkmıyor”. Acaba Allahın bu sözünü hatırlar mısınız? “dolayısıyla kim bağışlar ve araları düzeltirse ecri ve mükâfatı Allaha aittir”.
Buna binaen gerçek müminler, Allahın ahlakıyla ahlaklanır, haklarında zülüm etmiş ve kötülük yapmış kimseleri bağışlayan kimselerdir. İlahi hadleri açıp kendisine zülüm yapmış kimseye karşı, eziyetine neden olacak işleri yapmak, bırakın mümin bir kimseyi insanım diyen hiçbir kimseye yakışmaz. Zira bu tür davranışın kendisi bir tür zülümdür ve Allah tarafından yasaklanmıştır. “Allah zalim kimseleri sevmez”.
Af etme ve fedakârlık büyük insanların özellik ve hususiyetlerinden ve büyük ruhların nişanesidir. İslam mektebinde bu nitelik ve özellik ahlakın faziletlerinden sayılmaktadır. İslam dini öyle bir dindir ki sahip olduğu peygamberi (s.a.a.) ahlaki faziletleri ve güzellikleri tamamlamak üzere gönderildi. Bu dini getiren Peygamberin (s.a.a.) kendisi de bu ahlaki fazilet ve güzelliklere en kâmil şekliyle sahip dolayısıyla ona, “büyük ahlak üzeresin” denilmiştir.
Soru konusu olan mesele yani düşmanlık, adavet ve kin, hele hele mümin olan bir kimse için iki yönden incelenmesi mümkündür.
1- İmandan maksat nedir ve onun reel örnekleri nelerdir?.
2- İslam dininin düşmanlık, kin ve … meselesine karşı tavrı nedir ve tedavi etmesinin yolu nasıl?
İmanın anlamı hakkında şunu demeliyiz: Müfessirler aşağıdaki ayetin “Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi..”[1]Zeylinde iman ile İslam arasında fark var. Ve var olan bu fark hakkında şöyle demişler: “Ayetin direk lafızlarından (mantukundan) şu anlaşılmaktadır: İslam zahiri bir şekle ve kanuna sahiptir ki insan tevhit kelimesini dile getirerek Müslümanların zümresine girer ve İslam’ın hükümleri kendisi için icra olunur, iman ise gerçek bir vakıa ve batini bir hakikattir. Onun yeri de kalptir. Sadece dile getirilen bir şey değildir. İslam’ı kabul etmek birçok ve farklı nedenler dolayısıyla olması mümkündür. Maddi, şahsi menfaatler gibi farklı nedenler olabilirler. İman ise sadece manevi hedeften neşet ediyor. Kaynağı ve dayanağı ilim ve bilinçtir. Semeresi ve neticesi ise takvadır. Bu anlam İslam peygamberi (s.a.a.) söylemiş olduğu hakikatin aynısıdır ki şöyle buyurmuşlardır: “İslam zahiri davranış ve sözlerdir. İman ise yeri kalp (olan bir hakikat)tir”.[2] İmam Sadık’ın (a.s.) sözlerinde de şöyle dinilmiştir: “İslam zahiri sözler ve davranışlardır. Onun vesilesiyle canlar korunur, emanetler sahiplerine döndürülecek, kadın alıp verme olayı caiz kılınır, ama ecir ve mükâfat ise imanın neticesidir”.[3] Bazı hadislerde İslam manası dille ikrar ve itiraf etmeye mahsur edilmesinin ve iman ise dille ikrar, itiraf etmek ve İslam’ın düsturlarına amel etme şeklinde tarif edilmesinin sırrı ve hikmeti bu olabilir: “iman ikrarla birlikte ameldir ama İslam amelsiz bir ikrardır”.[4]
Bu mananın aynısı bir başka tabirle İslam ve iman konusunda zikredilmiştir. Fuzeyl b. Yesar şöyle diyor: İmam Sadıktan şöyle söylediğini duydum: “Mana itibariyle iman İslam ile ortaktır. İslam ise imanla ortak değildir. İman kalpte yerleşen bir şeydir. İslam ise izdivacın caiz olmasına, mirasın tahakkuk bulmasına ve canların korunmasına neden olan bir şeydir”.[5]
İslam ile iman arasında var olan bu fark ikisinin birlikte zikredildikleri vakittir. Ama eğer onlardan her birisi tek başına zikredilirse İslam imanın anlamını taşıyabilir. Yani her iki sözcükten tek bir mana irade edilebilinir.[6]
Şeyh Muhammed Cevat Müğniye “el-kaşif” adlı tefsir kitabında belagat esrarlarına vakıf ve ediplerden olan Doktor Taha’dan şöyle naklediyor: “Allahın resulü (s.a.a.) döneminde müminler ve Müslümanlar var idi. Yani İslam ile iman arasında fark vardı. Hucurat suresinin 14. Ayetindeki imandan maksat kalpte var olan bir hakikattir yani yeri kalp olan bir gerçektir. Ruhun derinliklerinden ve ihlâs ile Allah tarafında resulüne vahiy edilen her şeye inanmaktır. Böyleli imanın neticesi Allah ve resulünün insanları davet ettikleri her şeyi şek ve şüphesiz bir şekilde kabul etmektir. Böyleli imanın bir diğer neticesi şudur: Allahın ismi duyulduğunda Ondan derin bir korku gerçekleşir ve ayetleri duyulduğunda insandaki tasdik daha da fazlalaşır. İman fazlalaşma ve azalmaya kabildir. Ama İslam vacip ve farzları yerine getirmek ve haramlardan korunmakla gerçekleşen zahiri itaattir. Ama iman mertebesine ulaşmayabilir. Ne malum ki insanlar korkudan ötürü İslam getirmemiş olsunlar. Mekke fethinde Kureyşlilerin reislerinin İslam getirdikleri gibi. Bazıları da korkudan veya tema nedeniyle İslama girmiş olabilirler. Hucurat 14. ayetin kendilerinden bahis ettiği bedeviler gibi”.[7]
Buna binaen şöyle denilmesi mümkün: Gerçek mümin dini bütün değerleriyle, düsturlarıyla, akideleriyle hatta eğer onun hava ve hevesine ters gelse bile kabul eden kimsedir.
Sorulan sorudan aralarında tartışma gerçekleşen taraflardan birisi gururlu olduğu anlaşılmaktadır. Onun sergilediği tavırlar gururlu birisi olmasına delalet ve alamettir. Yaptığı yanlışlıkta ısrar ediyor. Bu bağlamda (bağışlama ve affetme konusunda) var olan ayet ve imamlardan (a.s.) nakledilen hadislere teveccüh etmiyor her halde. Affetme ve bağışlama konusu teşvik eden ayetlerden birisi şura suresinin 40. Ayetidir. Şöyle buyurmaktadır: “Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezadır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zalimleri sevmez”. Bu ayeti kerime’nin anlamı kötülüğün cevabı karşıdakinin yapmış olduğu kötülüğün aynı miktarınca verilmesinin çok ötesinde bir hakikate işaret etmektedir. Zira bu ayeti kerime şöyle buyurmaktadır: İnsan kısas almak istediği zaman hadi tecavüz ederek zülüm etme hakkına sahip değildir. Zira Allah u Teâlâ zülüm edenleri sevmez. Senin sınıf arkadaşın, senin komşun ve … Kötü ve ahlaka ters işler yaparak sana eziyet etmek istiyor ise, kısas alma noktasında haddini açmış olduğu halde o nasıl mümin bir kimse olabiliyor?.
Bunun yanı sıra ayeti kerime bunun ötesine gidiyor ve şöyle buyuruyor. Affetme ve bağışlama kısas almaktan daha iyidir. Daha faziletlidir. İmanlı olan bir kimseye kötülüğe kötülükle karşılık vermesi yakışmaz. Affetmek ve bağışta bulunmak daha iyidir. Dolayısıyla bağışta bulunanların ecri Allahın uhdesindedir. “Ama kim kısas almaktan vazgeçer affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir”.[8] Buna binaen kim kısas almak ister ve kendisine yapılanın aynısını yapmak ister ve bu durumda hadi açarsa “Allah zalimleri sevmez” ayetinin reel örneklerinden olu verir.
Bu imansal ve ahlaki düsturlara amel etmeyen bir kimse nasıl gerçek bir mümin olabilir. “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav ve defet. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir”[9]. “Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz (bilin ki), Allah da çok affedicidir, her şeye hakkıyla gücü yetendir”.[10] “Onlar…, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever”.[11] İnsanları bağışa ve affetmeye davet etme hususunda ayetler çoktur. Mümin olan bir kimse ilahi ahlakla ahlaklanması, bu hususiyete ve özelliğe sahip olması gerekmiyor mu? Allah u Teâlâ o yüce büyüklüğüyle günahlarımıza ve yanlışlıklarımıza göz yumuyor ve affediyor! Bu durumda müminim diyen bir kimse nasıl bunu yapmıyor? Acaba kıyamet gününde Allahın rahmetine ihtiyacı yok mu? Bu denli intikam peşinde olan bir kimse bilmelidir ki kesinlikle Allah u Teâlâ hesap gününde onun hesabından kolayca geçmez. Onun diğerlerin hesabını zor tuttuğu gibi Allah ta onunkini zor tutacaktır. Bu bir gerçektir ve hakkında kesinlikle şüphe edilmeyecek bir hakikattir.
İslam peygamberinden (s.a.a.) nakledilmiştir: “kim Müslüman bir kimsenin ayıplarına göz yumar ve onu affederse kıyamet gününde Allah da onun taksiratlarından ve hatalarından vazgeçer”[12]. Başka bir hadiste şöyle nakledilmiştir: “sen, senin bağışlanmanı istediğin gibi başkaları bağışla. Allahın seni affettiğinden ders al”. [13] Bütün bunlardan daha açık ve net olan şey Allahın kendi sözüdür: “...Onlar affetsinler, vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar. Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir”.[14] Bu hususta ayetler ve hadisler çoktur. Hepsini burada zikretmek maksadımızı açar.
Sözü şu noktayla sonlandırmaya çalışacağız: affetme ve bağışlamak büyük şahsiyetlere ve ruhları büyük olan kimselerin özelliklerindendir. Bağışlama ve affetme ehli olmayanlar çok zayıf kişiliğe sahip kimselerdir. İmam Sadık (a.s.) ne kadar güzel buyurmuş: “Biz ehlibeytin siresi ve davranışı hakkımızda zülüm edenleri bağışlamaktır”.[15] Acaba bu değerleri, bu sevapları bırakıp kötü ve çirkin işleri yapmakla nefsi ammare’ye yardımcı olmak insan olan bir kimseye yakışır mı? Ammare şeklinde tanınan nefis sürekli insanı kötülüklere çağırıyor. Allahın bağışlayan ve affedenler için ayırmış olduğu sevap ve ecirlerden yüz çevirmek makul olabilir mi? Hadiste şöyle nakledilmiş: “size karşı gadap içerikli bir davranış gerçekleştiği vakit onu affetmek ve bağışlamakla sonuçlandırmaya çalışın. Kıyamet gününde Allahın üzerinde hakki olanlar kimseler kalksınlar şeklinde bir ses seslenenler tarafından yükselecektir. Af edenler ve bağışta bulunanlar hariç hiç kimse kalkmıyor. Dolayısıyla kim bağışlar ve arayı düzeltirse ecri Allaha aittir”.[16]
Unutmayalım ki şeytan hile, vesvese ve iğva ederek mümin kardeşlerin arasını açma bağlamında çok uzun ellere sahiptir. Hazreti Yusuf’un (a.s.) kıssasında ve onun kendi kardeşlerine karşı davrandığı davranışta affetme, bağışlama şeytanın hilelerine karşı yapmış olduğu amellerde büyük dersler var olmaktadır. Onu hatırlatalım.
Allah u Teâlâ hazreti Yusuf’un kendi kardeşlerine karşı sergilemiş olduğu tavrının nasıllığı ve nitelliği hakkında şöyle buyurmaktadır: “Yûsuf dedi ki: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir. Bu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun ki, gözleri açılsın ve bütün ailenizi bana getirin” dedi. Kervan (Mısır’dan) ayrılınca babaları, “Bana bunak demezseniz, şüphesiz ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dedi. Onlar da, “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler. Müjdeci gelip gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi. Yakub, “Ben size, Allah tarafından, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi?” dedi. Oğulları, “Ey babamız! Allah’tan suçlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten suçlu idik” dediler. Yakub, “Rabbimden sizin bağışlanmanızı dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi. Yakub, “Rabbimden sizin bağışlanmanızı dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi. Ana babasını tahtın üzerine çıkardı. Hepsi ona (Yûsuf’a) saygı ile eğildiler. Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra; Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden getirerek bana çok iyilikte bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyde nice incelikler sergileyendir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[17]
[1] Hucarat, 14.
[2] TABERİSİ, “mecmeu’l -beyan” c. 9. S. 137.
[3] KULEYNİ, “kafi”, babu enel islame yuhkinu ed-demme, c. 1-2,
[4] A.g.e.
[5] A,g.e. Babul enn’el-imane…el-islam, hadis no: 3.
[6] “tefsiri numune, c. 22, s. 210-211.
[7] MUĞNİYE, Muhammed Cevat, “tefsir-i kaşıf”, c. 7, s. 125.
[8] Şura, 40.
[9] Fusilet 34.
[10] Nisa 149.
[11] Ali İmran 134.
[12] “Mizanu’l-hikme” harfi ayn, s. 367. Alıntı: “kenzu’l-mummal”, hadis no: 7019.
[13] A.g.e. s. 377.
[14] Nur, 22.
[15] “Mizanu’l-hikme” harfi ayn, s. 367.
[16] “Biharu’l-envar”, c. 74, s. 182.
[17] Yusuf, 92-100.