Please Wait
11443
Tecelli nazariyesine göre varlık âlemi Allahın tecellisi ve insanda Allahın halifesi unvanıyla Allahın “ismi a’zem”in tecelisi olduğu sayılmaktadır. Bu halife nüzuli (iniş) seyirle bu kendi zati hakikatinden tenezzül etmiş ve tenezzüller iktizasınca kendi asıl haletinden uzaklaşarak bazı hicaplara büründü. Bu seyir haletinde en aşağı mertebelere tenezzül eden şey insandaki “nefsi emare”dir ki bu nefis kendisinden başka hiçbir şey istemiyor. Sadece ve sadece kendi istekleri peşinde ve kendini kâmil bir şekilde bağımsız bilir. Ondan sonra en aşağılara tenezzül eden şey akıl, ruh veya akıl ile sırdır. İnsan sır makamında Allaha oranla var olan “bağlığın” aynısı olduğunu müşahede ediyor. Sahip olduğu “itibari” varlığını hak teala’nın vücudunun gölgesinde “hiç” ve “batıl” olduğunu anlar. Daha üsteki mertebelerde varlığının bağım olan boyutu şiddet buluyor ta “fena” makamına varınca. Bu makama vardığında bağımsız olduğundan tamamen arınır.
Buna binaen ilkin insanın kendisine yönelik olan tasavvur bağımsız ve bencil olma özelliğine sahip olduğu çok açıktır. İnsan vücudunun hakikati Allaha olan bağımlılığının aynısı ve sıfatlarının aynasıdır. İnsan kendi bu hakikatine varabilmesi için “seyr” ve “sülüke” ihtiyaç duyar.
Burada şu soru gündeme gelebilir: insan ilkin kendini bağımsız daha sonra üst mertebelerde bağımlı olduğunu fark etmesine ne gerek var, ilk baştan beri bağımlı bir varlık olduğunu derk edemez miydi? İlk baştan beri bağılı olduğunu fark etmiş olsaydı ve bu derke varması için çaba göstermesine gerek kalmamış olsaydı daha iyi olmaz mıydı?
Bu sorunun felsefi cevabı “imkân-i vuku (vuku bulması için mümkün olması gerek)” olmaksızın her hangi bir şeyin tahakkuk bulmasının imkânsız olduğu konusuyla irtibatlıdır. Zira her şeyin fiiliyete geçmesi için onda ilkin “imkân-i istidadi” var olması zorunlu sayılmaktadır. Failin fiili kabilin kabiliyeti olmaksızın gerçekleşemez. Bu nedenledir ki fail verme noktasında ne kadar mutlak feyyaz olursa olsun bu feyzini istidatlar kanalından karşıdakine ulaştırıyor.
Felsefi bahisleri bir yana bırakırsak irfani açıdan bu sorunun cevabını ihtiyar sırrında aramak gerekir. Zira irfanda Allahın ameli (pratik) tecellisinin anlamı âşık ile maşukun aşkta ittihat olmalarıdır. Biliyoruz ki tecelli, hilafet ve mazhariyet makamında “aşkın” tasavvuru değişmeyen bir asıldır. Kabil tarafından ihtiyar (seçim ve istek), etkin, edilgenlik olmaksızın (bu aşkın) gerçekleşmesi imkânsızdır.
Buna binaen insan ilahi aşka cevap vermesi için sahip olduğu itibari varlığını (kendi ihtiyarıyla) açıp onu hakta fani etmesi gerekir. Bu hilafet ihtiyar unsurunun olmaksızın gerçekleşmesi imkânsızdır.
Tecelli konusu teorik irfan da (irfani nazari) özel bir konuma sahiptir. Vücut bağlamında ortaya atılmakta olan “vahdeti şahsi” teorisinin açıklamasıdır. Arifler şu inançtadırlar: âlem hakkın tecellisidir. “İnsan-i kâmil” Allahın en üstün tecellisidir ki Allahın “ismi azam” ile ittihat bulmuştur.[1] Bu nedenle Allahın tecellisi unvanıyla insan ve cihan arasında var olan nispet Allah dışındaki varlıklara karşı ilahi velayet ve hilafet nispeti şeklindedir. Zira insanın asıl hakikati ilahi ruhtur ki Allah u tealay’a (mebde) en yakın olan mahlûk ve yüce ilahi sıfatların, “esmai hüsnanın” tam ve kapsayıcı meclası ve mazharıdır.[2]
Tecelli meselenin bu iki boyutu yani cihandaki ve insandaki tecelli, başka bir tabirle varlık bilimi ile epistemolojik mesele olan bu iki boyut bir biriyle irtibatlı ve tek bir hakikati yansımaktadırlar. Bu nedenledir ki insan tüm varlık âleminin özeti ve insan-i kâmil de imkân âleminin kutbu sayılmaktadır.
Bu açıklamayla Allahın tecellisi ve bu makama sahip olan insandaki boyut insanın asıl hakikatidir ki gökyüzü ile yeryüzü ona müsahhar kılınmıştır. Ama buna rağmen insan sahip olduğu asıl makamından en alt mertebeye de (esfele safilin) tenezzül etmiştir. Allah u Teâlâ kuranı kerimde bu hakikate işaret ederek şöyle buyuruyor: “İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik”[3] insan kendi asıl hakikatinden tenezzül ederken vardığı her merhalenin iktizasınca kendi hakikatine yönelik vardığı o mertebeye özel olan bir tasavvur algılıyor. Bu nedenle “nefsi emmare” makamı olan ilk merhale dünyanın zahiri boyutuna yönelik ve kendi isteklerini açıp öteye geçen bir bilgiye sahip değildir. İkinci mertebe akıl mertebesidir. Bu mertebe baki olan lezzet ve hayvan mertebesinin ötesinde olan bir mertebeyle alakalıdır. Üçüncü mertebe ruh mertebesidir. Bu mertebede insan kalbi nurlanmış insan artık hak teala’nın hazırda bulunduğuna itminan etmiş ve her şeyi hakkın huzurunda olduğunu derk eder. Bir sonraki mertebe insanın “sır” mertebesidir. Bu merhalede mutlak bir şekilde Allaha bağımlı olmanın ötesine geçer ve kendisinin” bağlılığın kendisi (vücudi rabıt)” olduğunu müşahede eder. Artık bu mertebededir ki kendisi hakkında sahip olduğu bağımsız anlayıştan tamamen kurtuluyor. Ariflerce insan için en büyük günah bilgisel (epistemolojik) bağlamda kendini bağımsız bir varlık şeklinde algılamasıdır. İnsandaki bağımsız olma anlayışın kökleri “sır” makamı ve onun ötesinde olan “fena” makamına ulaşıncaya kadar devam ediyor. İnsan ilk mertebede kendisinin hakkın tecellisi, bağlılığın kendisi ve hata bağımlı bir varlık olduğunu Şuhutsal bir şekilde derk edecek değildir. Bilakis bu merhalede kendisini müstakil ve bağımsız bir varlık şeklinde görür.
Yapılan bu açıklamalara dikkatle insan, kendini tanıma makamında genel anlamda iki merhaleyle karşı karşıya olduğu açıklanmış oldu. Birinci tanıma itibari olan “ben”e taalluk eden bir tanımakla mahduttur, ikincisi hakiki ve ilahi bir “ben”e taalluk eden bir tanımakla karşı karşıya olmasıdır. İnsanın itibari olan “ben” ile alakalı olan bilgisi insanın “nefsi ammaresine”, “sanılarına” ve bağımsızlığını isteme bağlamındaki fikirlerine taalluk etmiş bir bilgi türüdür. Bu merhalede insanın kendisine yönelik olan bilgisi insanın hakikatini inkâr eder kâfir türünden olan bir bilgidir. Bu merhalede insan yalancı bir benliğine teveccüh ederek hakikatini inkâr ediyor. Ama batini katmanlarında müşahede ve tanınmaya kabil olan insanın hakiki benliği kendini Allaha oranla bir “bağlığın kendisi” olduğu şeklinde bulur. İşte insan bu makamda iken rab kulun kalbinde tecelli eder halindedir.[4]
Buna binaen dikkat edilmelidir ki ariflerin, hakkında bilgi sahibi oldukları velayet makamı ve ariflerin Allahın tecellisi olarak tanımladıkları varlık âlemi ve ismi azamın tecellisi olarak tanıttıkları insanı tanımak insanın her mertebede derk edebilecek bir marifet değildir. Bu marifet, fikirsel tahliller boyutunda ve gafletler âleminde yakini gerçekleştirecek bir bilgi olamaz. Teorik olarak bunun kabul edilmesi ve ona iman getirilmesi gerekli olsa bile bu mertebede müşahede edebilinir bir hakikat değildir.
Müşrik olan bir kimse has ve özel durumlarda bu hakikati hatırlar ve gaflet uykusundan uyanıyor. Bu durum fıtri olarak insan kendi “yokluğuyla” karşı karşıya geldiği ve fıtratın misakını hatırladığı zamanlarda tahakkuk buluyor.[5]
Buna binaen insanın normal haletlerde insanın kendini müstakil bir varlık olduğunu derk ediyor olması kendisine ait olan onun bilgisi kedisinin alt mertebesinde olduğuna ait olan bilgisidir. Hata kendi hakikatine yönelik olan cehaletinden kaynaklanan bir bilgi olduğunu diyebiliriz. Marifetten yoksun olan insan bağımlı olmadığını ve Allahın tecelli makamını tasavvur edemez.
Burada şu sual ortaya atılabilinir: Normal halette insanın bu bilgiden yabancı olmasında bir hikmet olabilir mi? Bu marifete ulaşması için bu kemale ulaşması mı lazım? Hayatının başlangıcından itibaren bu marifete sahip olamaz mıydı? Hayatının ilk merhalesinden beri kendini Allaha oranla bağlığın aynısı ve Allah’ta fani olduğu şeklinde tanımış ve görmüş olsaydı olmaz mıydı? Acaba Allah insanı sınavsız ve musibetlere tabi tutmaksızın kendi isim ve sıfatlarının mazhar karar kılmış ve onun “ilahi hilafet kemalini” cebren kesin bir şekilde tazmin etmiş ve bu makamı tekâmüle erdirseydi ve seyrü sülüke gerek kalmadan bunların tümünü kendisine vermiş olsaydı olamaz mıydı?
Bu soru birçok benzer soruların muhtevasını içeriyor. Bu soruları farklı tabirlerle sorması mümkündür ve farklı mektep ve akımlarda farklı cevaplar verilmiştir.
Kelamda “adliye” ekolunu temsil eden akıma göre yer ve gökyüzü ve ikisinin arasında yer alan tüm yaratıkların yaratığında adalet hâkimdir. Vücut âlemi varlık âleminin her mertebesinde özel ve has nedensellik (illet ve malul) kanunu doğrultusunda şekillenmiş. Hikmetin iktizası haricinde hiçbir şey gerçekleşemez. Allah u Teâlâ’nın kudreti ve faaliyeti hikmet nizamının ve nedensellik (sebep sonuç) kanunun haricinde cari ediyor değildir. İnsanın tekâmülü de bu kaide ve kuraldan müstesna olmamıştır.
Felsefi açıklamada ise bu konu özellikle “imkani istidadi” kanununa dayatılmıştır. Şöyle ki; olanaklı olan her şeyin tahakkuk bulması için “imkani istidadi” asli ve gerekli rükünlerden bir rükündür. Bu asıl’sız hiçbir şey tahakkuk bulamaz. Buna binaen failin (özne) fiili kabilin (kabul edenin) istidadı ve kabulüne bağlıdır. Etkinlik, edilgenlik, fiil ve infial istidat ve kabiliyet olmaksızın bir şeyin gerçekleşmesi olanaksız (mümteni) dır. Başka bir ifadeyle fail ne kadar kâmil feyze sahip olursa olsun onun feyzi kabilin kabulü kanalından cari olması gerekir. Failin fiilinin zuhur etmesinin nitelik ve niceliği kabiliyet ve istidadın nicelik ve niteliğine bağlıdır.[6]
Ama bu konunun deriliğine irfani konularda varabilinir ve bu surunun cevabını “ihtiyar sırrında” aramak gerekir. Şöyle ki; İrfanda kemalin son merhalesi hakikat nuruyla ittihat bulmak ve ilahi sıfatların tecellisi ve Allahın ahlakıyla ahlaklanmasıyladır. Biliyoruz ki insani “meniyet (bencilik)” şeklindeki hicabın kalkıp rabbani hakikatle hemreng (rengini almak) olmak sadece aşk hakikatinde tefekkür ve teemmül etmekle tefsir edilmesi mümkündür. Bu renk ve tecellinin gerçek anlamı âşık, maşuk ve tecelli ve mazharın bütün mertebelerinde ülfet ilkesi olarak sayılmakta olan aşkın “tekleşme (birolma)” hakikati haricinden başka bir şey değildir.
Buna binaen eğer Allahın tecellisi olmak ve felsefi tabirle Allaha bağlılık olmanın aynısı olmak ve itibari olan vücudu geçmek aşkta fani olmak anlamında olursa bu işin ihtiyar boyutunu göze almaksızın hiçbir anlamı olamaz. Aşkta vahdet (tekleşme) gerçeğini istem (talep) ve iptilasız, edilgenlik, infial ve etkileme cihetinin var olduğunu dikkate almaksızın sadece Allah tarafından bir veri, fiil ve etkinlik unvanında tasavvur etmek her mertebeye özgün olan aşk hakikatine terstir. Hak Teâlâ aşk makamında cebren tarafın isteği olmaksızın bir yaratığı fani kılmaktan mukaddes ve münezzehtir. Hilafet vakası da aşk ve ihtiyar olmaksınız gerçekleşmesi imkânsızdır.
Bu hakikat ve gerçeği açık ve net bir şekilde anlamak için kuranda Hz. Âdemin kıssasına işaret edebiliriz. Meleklerin Âdeme karşı secdeye etmekle emir olunduğunu biliyoruz. Zira Âdem (a.s.) Allahın ruhunu ve bilkuvve olarak ilahi hilafeti kendi hakikatinde taşıyordu. Ama bu makam ve konumun kâmil bir şekilde tecelli ve zuhur etmesi bir takım sınavları geçtikten sonra oluyor. İlahi aşk cevherini tecrübeyle yakaladı ve zuhur âlemine çıkardı.
Başka bir beyanla ilahi hilafet makamını Âdeme (a.s.) vermişti ama kendisi imtihana tabi tutulmadan bu emanet ve cevherin gerçek değerinden ve konumundan haberdar değil idi. Kuranı kerimin değimiyle “insan onu üstlendi (ama ne yazık ki o henüz) zalim ve cahil idi”.[7] İnsan ilahi emaneti kabul ettiği halde cahil ve zalimdir. Yasaklanan ağaçla imtihana tabi tutulup ayrılmayı tattıktan sonra kendine ve Allah’ına tüm vücuduyla geri döndü o makamı kâmil bir şekilde fiiliyet bulduğunu müşahede etti. Kamil ve tam bir şekilde tecrübe etti ve Allahın ebedi cennetine nail oldu. Artık hiçbir zaman oradan çıkmayacaktır. Bu destan bütün insanların destanıdır. Bu destanda olan en önemli nokta ilahi emanet ve feyzini ve bu makama yönelik kâmil marifete sahip olmasıdır. Allah tarafından kendilerine verilme yönündeki boyut değildir. Zira Allahın güzel takdirinde ve feyzinde bir noksanlık yoktur. Bu epistemolojik tekâmülün ve bilinçli alıntının farkında olmaksızın insana verilmiş ise de ama çok ucuz bir şekilde bunu elden vermiştir. Onları dünyadaki ve nefsanî bağlamında gerçekleşen farklı tecrübe neticesinde aklından götürür ta kendi gerçek ve hakiki makamına yönelik imtihan ve sınavlar ortamında bilgi edininceye kadar. Her halükarda bu bilgi insanin kendi ihtiyar mecrasından tahakkuk bulur.
[1] YAHYA KEBİR, “İrfan ve Marifet-i Kussi”, baskı, 1, Kum: metbuati dini, 1386, s. 158.
[2] A.g.e.
[3] Tin, 1-5.
[4] “el-ubudiyetu cevheretün künhüha rububyetün”. Yani kulluk, hakikati rububyet olan bir cevherdir.
[5] İşte kuranı kerim bu gerçeğe işaretle şöyle buyurmaktadır: “Gemiye bindikleri zaman dini Allah’a has kılarak O’na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkardığı zaman ise bir de bakarsın ki, Allah’a ortak koşuyorlar”, (ankebut, 65).
[6] HUMAYİ, Celaluddin, “Mevlevi Name”, baskı, 9, müesesei neşri homa, 1376, c. 1, 547-548.
[7] Ahzap, 72.